Wikipedia

Arama sonuçları

4 Kasım 2014 Salı

Kurt Cobain'in Öldürüldüğünü İspatlayan 7 Delil


Kurt Cobain'in Öldürüldüğünü İspatlayan 7 Delil
İntihar ettiği kabul edilen Kurt Cobain, aslında cinayete kurban gittiğinin kanıtı olarak bir çok delil ortaya atıldı.
Nirvana'nın vokalist ve gitaristi Kurt Cobain, 5 Nisan 1994 tarihinde evinde ölü olarak bulunmuştu. Uzun süren araştırmalardan sonra Cobain'in yüksek doz uyuşturucu alarak kendisini vurduğu rapor edilmiş ve tüm dünya tarafından kendisini öldürdüğü kabul görmüştü.
Bu yıl Cobain'in ölümünün 20. yılı olması sebebiyle, konuyla ilgili geniş çaplı araştırmalar ve makaleler yapıldı. Bunlardan bir tanesi ise Cobain'in öldürüldüğünü ispatlamak adına yapılmış bir çalışmayı içeriyor. İşte o çalışmanın detayları:
1-) Eşinden Ayrılma Sürecindeyken Öldürüldü
Kurt Cobain, Seattle'dan tamamen ayrılma sürecindeyken odasında ölü olarak bulundu. Cobain'in eşinden ayrılmak istediği biliniyordu. Ölümünden yalnızca bir kaç hafta önce Courtney Love tarafından "en acımasız boşanma avukatı" olarak nam salmış bir avukat tutuldu.
2-) Öldükten Sonra Kredi Kartı Kullanıldı
Kurt Cobain'in ölümünden sonra kayıp olan bir adet kredi kartının halen kullanılmaya devam edildiğibildirildi. Bu durumla ilgili herhangi bir çalışma yapılmadı.
3-) Pompalı Tüfek Savunma Amaçlı Olarak Alındı
Kurt Cobain rehabilitasyon merkezinde tedavi görüyordu.Ölmeden kısa bir süre önce rehabilitasyon merkezinden kaçtı. Ölümüne sebep olan pompalı tüfeği, rehabilitasyon merkezinden kaçtıktan sonra aldığı düşünülüyordu fakat rehabilitasyon gördüğü sıralarda tüfeği zaten satın almıştı. Tüfekte yalnızca 3 adet mermi bulunuyordu ve bu, tüfeğin satışı sırasında satılan mermi adetiydi. Yalnızca savunma amaçlı bir girişim.
Buna ek olarak tüfeğin üzerinde okunabilir herhangi bir parmak izine rastlanamadı. Kurt Cobain eğer kendisini vurmuşsa nasıl oluyor da parmak izleri tüfeğin üzerinde yer almıyor? Tüfek ile ilgili parmak izi taramasının, ölümden 1 ay sonra yani 5 Mayıs 1994 tarihinde yapılması da kafaları karıştıran bir durum.
 4-) Herhangi Bir İntihar Mektubu Bulunamadı
Kurt Cobain'in ölümünün ardından odada bulunan bir not direkt olarak polisler tarafından "intihar notu" olarak lanse edildi. Fakat o notta kendisini öldüreceğine dair, kızına ya da eşine yazılmış herhangi bir ifade yer almıyordu. O not fanları için yazılmış bir nottu ve müziğe daha fazla devam edemeyeceğininaçıklamasını yapıyordu. 
5-) Öldükten Sonra İkinci Bir Not Ortaya Çıktı
Eşi Courtney Love tarafından saklanan ikinci bir notun ortaya çıkması bir takım şeyleri iyiden iyiye belli etmeye başladı. Rolling Stone dergisine verdiği röportajda, Kurt Cobain'in yazdığı ikinci mektubu gün yüzüne çıkartan Courtney Love, bu notu olay yerinde bulmuştu. Notun özelliği ise polisler tarafından bulunan ilk notu destekleyen ifadelerin yer almasıydı. O notta Kurt Cobain, müziği bırakmaktan ve Seattle'ı terk etmekten bahsediyordu. Dünyayı terk etmekten değil.
6-) Kanda Çıkan Eroin Oranının Aşırı Fazlalığı
Kurt Cobain'in kanının litresinde 1,52 mgr oranında eroin tespit edildi. Bu orana çıkabilmek için en az 3 vuruş birden yapmak gerekiyor ve bunu en büyük eroin bağımlıları bile yapamaz. Buna ek olarak Cobain'in kan sisteminde Diazepam isimli beyinde dengesizlik yaratan ilaca rastlandı. Peki tüm bunları alan bir kişi, nasıl oluyor da tüfeği kendine sıkabilecek durumda olabiliyor? Tüfeği eline alamaması ve tetiği çekememesi gerekiyordu.
7-) Aşırı Doz İle Ölmeyi Tercih Ettiyse Neden Silah Sıksın?
Kurt Cobain'in aşırı doz uyuşturucu almasını, intihar etmek istemesine bağlayanlar oldu. Peki öyleyse, aşırı doz uyuşturucu alarak, uyuyup ve tekrar bir daha uyanmamak şeklinde ölmek varken neden kendine silah sıksın? Ki aldığı yüksek doz uyuşturucu sebebiyle onu bile yapamaması gerekiyordu.
Kafamızı karıştıran bir çok çelişki yukarıda olduğu gibi anlatılmış. Bu olayın intihar mı yoksa cinayet mi olduğuna siz karar verin.

25 Eylül 2014 Perşembe

EVRENİN OLUŞUMU VE TANRILARIN DOĞUŞU

  Hesiodos'a göre evrenin başlangıcı karışıklık, belirsizlik ve sonsuz boşluk anlamına gelen Khaos' tu. Khaos içinden önce Gaia ( toprak ana ) doğdu.  Daha sonra ölüler ülkesinin en derin yeri Tartaros ve aşk tanrısı Eros doğdu. Ardından yeraltı karanlığı Erebos ve yeryüzü karanlığı Nyks birleşerek dünyayı saran ışıklı göğü ve günü ( Hemera ) meydana getirdiler.
  Toprak ana tek başına Uranos (gök) , Pontos (deniz) ve dağları yarattı. Bunlarla birleşerek  şekillenmeye başlayan evreni tanrısal varlıklarla doldurdu. Tanrılar arasında çeşitli savaşlar meydana gelmeye başladı. Kronos, babası Uranos' u öldürerek  yönetimi ele geçirdi. Uranos' un yere düşen kanından toprak ana hamile kaldı ve yıllar sonra öç tanrıçaları olan Erinys' ler doğdu. Nyks ( gece ) ölümü, uykuyu, düşleri, kader tanrıçaları olan Moiraları, ölçüsüzlüğü cezalandıran Nemesis' i ve kavga tanrıçası Eris' i doğurdu.

  Toprak ana deniz ( Pontos ) la birleşerek deniz tanrı ve tanrıçalarını doğurdu. Phorkys ile kardeşi Keto' nun birleşmesinden Graialar ve Gorgo' lar doğdu.  Gorgolardan yalnızca Medusa ölümlü idi. Perseus, Medusa 'nın başını kesmiş ve akan kanından Kanatlı at Pegasus ve Khrysaor doğdu.  Kronos ile kızkardeşi Rheia 'nın evliliğinden üçüncü kuşak Olymposlu tanrılar olan HestiaDemeterPoseidonHades ve Zeus doğdu. Zeus hakimiyeti ele alarak Olympos' dan ( yüksek dağ )  evreni kardeşleri ile beraber yönetmeye başladı. Bu tanrılara on iki Olymposlu tanrı deniliyordu.

21 Eylül 2014 Pazar

İSKAMBİL KAĞITLARI VE PAPAZLAR

OYUN KARTLARI 


Oyun kartlarının tarihçesi,VII. ve X. yy’da Çin’de ortaya çıktığı ve Marko Polo tarafından Avrupa’ya getirildiği şeklinde rivayet edilmektedir.
Simgelerin Tarot kartlarından türetildiği ve XIV.yy’da ise Fransa’da son şeklini aldığı ve kartlardaki kahramanlara, sembollere isimleri onların verdiği söylenmektedir.
Kupalar tarottaki kupalardan, Maçalar tarottaki Asalardan, Karolar tarottaki Tılsımlardan, sinekler ise tarottaki kılıçlardan gelmektedir.
Kartların sınıflandırılması konusu ise daha da entresan! O yıllarda Fransadaki sınıfsal ayrım çok katı dört sınıfa ayrılmıştı ve bu ayrım o kadar ileri boyuttaydı ki iskambil kağıtları bu sınıflara göre ayrılmıştı.İskambil kağıtlarındaki kupa, maça, karo ve sinek bu dört sınıfı temsil ediyordu.

KUPA   

Bir kalkanı andıran şekli ile asil sınıfı ve kiliseyi temsil ediyordu. Aslında kupa kartının şekli bir kalptir ve bunun için, kupaya Fransızlar Loeur, İngilizler ise Heart demektedirler.

MAÇA   ♠

Bir mızrağın ucunu çağrıştıran şekli ile orduyu temsil ediyordu.

KARO   

Fransadaki toprakları, şehirleri ve orta sınıfı, ticari deniz işletmelerinin eşkenar dörtken kiremitlerinden esinlenerek orta sınıfı temsil ediyordu.

SİNEK  ♣

Yonca yaprağına benzeyen şekli ile köylüyü temsil ediyordu.
Bugün batak, poker veya benzeri oyunlarda, kupanın en değerli, sineğin ise en değersiz kart olmasının nedeni işte bundan yüzyıllar önce gelen bu sınıflandırmadır.


 PAPAZLAR

Oyun kartlarında ki Papazların üzerindeki resimlerin tarihteki ünlü kişilerin isimlerini taşıdıkları rivayet edilmekte.Bunu görsel olarak aşağıdaki resimde anlatmaya çalıştım.Maça Papazı: Davut’uKupa papazı: (Frank Kral’ı 742-814) Charlemange (Şarlken)Sinek papazı: İskender’iKaro papazı: Sezar’ıBazı ülkelerde oyun kartlarında değişik isim ve semboller kullanılmasına rağmen, en yaygın olanı Fransızların kullandıklarıdır. Fransızlar ‘maça’ şeklini mızrağa benzeterek ‘pique’ adını vermişlerdir. İngilizce’de ise aynı anlamdaki ‘spades'(♠) kelimesi kullanılmaktadır. Her ne kadar bir kalkanı andırdığı için asil sınıfı temsil ettiği ileri sürülse de ‘kupa’ klasik bir kalp şeklidir. Bu nedenle Fransızlar ona ‘coeur’, İngilizler ise ‘heart'() adını vermişlerdirTabii bu arada aslında orjinalinde bizim Papaz(K) olarak yorumladığımız kart King( Kral) , Kız (Q)ise Queen(Kraliçe) olarak tabir edilmektedir.Birli, Papaz, Kız ve Oğlan Fransızcadan oyun dilimize As, Rua, Dam ve Vale olarak geçmiş.Oyun kartlarına dikkatli bakanlar, karo papazının kollarının olmadığınıbilirler.Bunun için birçok rivayet anlatılmakta, bunlardan biriside karo papazının kâğıt oyunlarında üstat olduğu ve bir gün oynanan oyunda iddia olarak ortaya kollarını koyduğu oyunu kaybedince kollarının kesildiği ve resimde yüzü utancından başka tarafa baktığı söylenmekte.Bu karo papazının kollarının kesik olmasının Sezar ile adlandırılması bir çelişki olarak soru işareti bırakmakta. Sezarın hayatı ve kollarının kesik olmadığı biliniyor..Karo( )için Fransızca’da kare anlamındaki ‘carreau’ kullanılırken İngilizler elmas anlamındaki ‘diamond’u tercih etmişlerdir. Bizim ‘sinek’ (♣) dediğimiz şekil ise çok açık üç yapraklı bir yoncadır. Fransızlar bu anlamdaki ‘trefle’ kelimesini kullanırlarken, İngilizler ‘club’ (kulüp) ismini kullanmışlardır.Vale(J) veya Oğlan için ilk zamanlarda düzenbaz anlamına gelen ‘knave’ kelimesi kullanılırken, günümüzde ‘jack’ ismi kullanılmaktadır.

Tarot ve oyun kartlarının zaman çizelgesi

X.YY – Çinliler oyun kartlarına sahiplerdi.
1370 – 1380’li yıllar – İsviçreli bir keşiş (John) kartlar hakkında yazı yazdı.
1392 – Fransız Kral VI. Charles 3 deste Tarot kartı hazırlattı.
1397 – Paris yönetmeliğine göre kartlarla iş günlerinde oyun oynanması yasaklandı.
XIV. YY– Kartlar Avrupa’da ortaya çıktılar.
1432 – Kartların Şeytan’ın işi olduğu ilan edildi.
XV. YY – Bu zamana kadar gelebilen sadece 3 deste kart kaldı ve bu kartlar Visconti Ailesi için yapılmış olan kartlardı.
1570’ler – Kumara ve tiyatroya karşı saldırı başladı ve bunların, insanlara, sahte Tanrılar yarattığı söylendi.


17 Eylül 2014 Çarşamba

İNANILMAZ DEV FOSİLİ


1895 yılında İrlanda'da Dyer tarafından mineral araştırmaları sırasında bulunan bir dev fosili. Boyunun karşılaştırılması amacıyla bir tren vagonunun önüne koyulmuştur. Yüksekliği 3 metre 70 santimetre ve ağırlığı 2050 kg.dır.(taşlaşmış olduğu için daha ağır geliyor herhalde) Sağ ayağı 6 parmaklıdır. Ancak daha sonra bu dev fosiline ve sahibine ne olduğunu kimse bilmiyor.

16 Eylül 2014 Salı

GELECEKTEN GELEN ADAM JOHN TİTOR


 John Titor, zaman yolculuğu yapıp 2036 yılından geldiğini öne süren bir kişidir. 2000/ 2001 yıllarında çeşitli internet haber sitelerine belirsiz, çoğunun yanlışlığı kanıtlanabilen bilgiler yollamış, yakın gelecek hakkında öngörüler ve yaşadığı zaman hakkında bilgiler vermiştir. John Titor’un söyledikleri birçok tartışmaya konu olmuştur.

Resme dikkatli bakıldığında içerisinde bulunduğu zaman diliminden kopuk gibi duran bir zaman yolcusu görüyoruz. Zaman yolcusunun güneş gözlüğü, kirli sakalı, tiki saçları, baskılı sıfır yaka tişörtünün dahil olduğu rahat giyim tarzı ve elindeki fotoğraf makinasının modeli bu şahsın bir zaman yolcusu olması ihtimalini artırıyor.






Yazılanlara göre John Titor, devlet için çalışan ve zaman yolculuğu projesi için seçilen bir askerdir. 2036 yılından 1975 yılına IBM 5100 almak için döndüğünü söylemiştir. Bu bilgisayar ile 2036 yılında eski programların “ayıklama (debug)” işini yapacağını iddia etmiştir.



3. dünya savaşının çok büyük bir yıkıma neden olacağını,tüm dünyanın kaosa sürükleneceğini, açlık ve sefaletin diz boyu olacağını bunun tam 20 yıl boyunca süreceğini söylemiştir. 

bu 20 yıllık savaş boyunca tüm dünya devletleri üretimini sadece silah ve askere endeksleyeceğini, silah ve asker gücü olmayan devletlerin çok hazin bir son yaşayacağını anlatmıştır. 

3. dünya savasından sonra artık insanoğlunun savaşları bir kenara bırakıp teknoloji ve bilime ağırlık vereceğini ve bizim tabirimizle altın cağı yakalayacağımızdan bahsetmiştir. ancak 2037 de tüm bilgisayar programları yazılımsal hatalar vermektedir.2037 de ıbm nin hükümete sunduğu bir raporda daha önce hiç kullanılmayan bir bilgisayar dili üzerinde çalıştıkları daha sonra projeyi iptal ettikleri, bu dilde sadece ıbm 5100 de kullandıklarını bildirmişler. fakat savaş yıllarında ellerindeki tüm dökümanları  kaybettiklerini açıklamışlardır. bunun üzerine jhon titor (asker) seçilmiş ve geçmişe bu bilgisayarı ve bir kaç dokumanı daha alması için gönderilmiş. 

ama jhon titor yanlış bir hesaplamadan dolayı geri dönememiştir. 

jhon titor bu açıklamaları yaptıktan sonra bir daha görülmemiştir. kimilerine göre öldürüldü, kimilerine göre tekrar zamanına dondu, kimilerine görede daha fazla sır açıklamaması için devlet kendi himayesine aldı. daha sonra ıbm e bu iddalar sunulmuştur. ıbm mühendislerinin uzun araştırmalarından sonra gariptir su açıklamayı yapmışlardır. ıbm mühendisleri: idda edilen bilgisyarı ve yazılımını inceledik, 2037 ye uyarlı sanal bir yazılım yazdık ve işe yaradı.5100 markalı pc nin ayıklama yazılımının günümüz teknolojisinden geride olmakla beraber, günümüz teknolojisinden üstün yanları vardır.bizzat kendi mühendislerimizin, kendi üretimimiz olan bir yazılımı ve özelliklerini başkaları tarafından öğrenmiş bulunuyoruz.

                                                  John Titor’un askeri rütbe işareti

Mart 2001 de yeni yazılar göndermeyi bırakmış olsa da, hiçbir zaman bu işin arkasında kimin olduğu bulunamamıştır. Gerçek kimliği hakkında birçok teori vardır. Bunlardan birisi; yazar Douglas Adams’ın bu işe karıştığıdır. (Adams, Titor’un yeni yazılar eklemeyi bırakmasından birkaç ay sonra ölmüştür). Kriptolojist olduğunu söyleyen Cipher adlı üye, TimeTravelActivist Javier Cortez adında bir forum üyesinin, yazılarındaki linguistik benzerliklerden yola çıkarak, John Titor olduğunu iddia etmiştir. TimeTravelActivist, John Titor adı geçen siteye yazdığı sıralarda foruma üyedir ve John Titorun yazıklarına en çok itiraz eden kişilerdendir. John Titor foruma yazmayı bıraktıktan sonra da TimeTravelActivist yazmaya devam etmiştir.
  

Şimdi gelelim bu olayın gerçekliğine

Titor, 2004′ten sonra resmi olimpiyat olmayacak, ortadoğu’da nükleer savaş çıkacak gibi kehanetler de ortaya atmıştır. Her ne kadar 2008 Pekin Olimpiyatları hakkında birçok endişe var olsa da 2006′da Italya’da gerçekleştirilecek kış olimpiyatlarının erteleneceğine dair hiçbir bilgi yoktur.

Bir de bu adamı destekleyenler, paralel evrenler kuramına gönderme yapıp, “Bu adam zaten geldiği evrene dönemeyeceği gibi, bizim varolduğumuz boyut da Titor’unki ile bire bir uyumlu olmak zorunda değil!” diyerek başarılı bir şekilde kıvırmaktadır. Kanıt olarak da birkaç diyagram, bükülmüş bir lazer fotoğrafı (zamanı büküyor hesabı) ortaya koymaktadır.

Tüm olay, alt metinleri iyi kurgulanmış sosyal bir araştırma bile olabilir.

Cern’in 2005′te laboratuvar ortamında kara delik oluşturup bunu kamuoyuna duyuracağını nasıl bilmiş, orası belirsiz.

15 Eylül 2014 Pazartesi

VEZÜV 'ÜN GAZABI VE POMPEİ 'DEN GERİYE KALANLAR

HAYALET ŞEHİR POMPEİ

İ.Ö. 79 yılında Vezuv yanardağından yükselen dumanlar birkaç saat içinde Pompei kentini büyük bir mezarlığa dönüştürdü. İki yüz bini aşkın insan yok oldu. İnsanlar lavların içinde kavrulup iki bin yıl boyunca taşlaşmış bir halde kaldılar. Pompe’indeki refah düzeyinin yeniden yakalanması için 1900 sene daha beklemek gerekecekti.

İtalyada’daki Pompei, Napoli’nin 25 kilometre kadar uzağındaydı. 1711 yılında bir İtalyan köylüsünün bağda bir çukur kazarken  rastladığı duvar, 1700 yıl boyunca toprak altında uyuyan bir medeniyetin ortaya çıkmasını sağlayan ilk ipucuydu.

Venüz yanardağındaki püskürme iki gün sürdü.  Pompei bu iki gün sonunda 6-7 metre  derine gömülmüştü. Batık kentinin diğer kısımları da XVI. yy.’ın ikinci yarısında bölgeye bir su kanalı yapmak üzere gelen mimar Bomenico Fontana tarafından keşfedildi. İlk kazılar 1709’da Herculaneum’da başladı. 1860’ta kazının yönetimi İtalyan arkeolog Fioreki’ye verildi. Uzun çalışmalar sonucunda,kentin yedi kapısı, güneydoğu- kuzeybatı  yönündeki ana caddesi ve diğer önemli caddeleri, çok sayıda ev ve casalar (yüksek sınıf evleri),kent duvarları ortaya çıkarıldı.
Dünya bugüne kadar böyle bir felaketi ne duymuş ne de görmüştü.
Dönemin en güzel evlerini, eşyalarını ve sanat eserlerini bünyesinde barındıran Pompei, dakikalara sığabilecek bir zaman diliminde yerle bir olmuştu. Akdeniz’in hafif deniz rüzgarlarını alan bu sevimli kent , karşısında bulunan Capri adası gibi cennetten bir köşeydi adeta. Roma’nın tüm zengin, aristokrat ve nufuzlu insanları Pompei’ne yerleşmeye başlamışlardı. Pompei’nin birkaç binlik nufusu kısa zamanda yüzbinleri aşmıştı. Kent, güzelliğinin yanında bir ağlence ve kumar merkezi durumundaydı.

Pompei şehri Vezuv yanardağının eteğinde, Napoli körfezi yakınlarında, eski bir lav tabakasının üzerine  İ.Ö. beşbin yıllarında kurulmuştu. Şehrin lavlar altında kalmasından 159 yıl önce Romalılar’a geçmişti. Pompei’i sekiz kapılı büyük bir duvar çeviriyordu. Şehir gece gündüz gelen tüccarlarla dolup taşıyordu. Her kapı iki kapı şeklinde inşaa ediliyor, insanların ve hayvanların gitmesi için  ayrı merdiven ve kapılar bulunuyordu. Sokakalar daha önce ki patlamalarda şehrin dört bir yanına savrularak donmuş lav tabakalarıyla döşenmişti. Bu sokaklardaki araba tekerleklerinin izi bügün bile görülebilmektedir. Şehrin ortasındaki Forum’da her hafta ayrıbir eğlence düzenleniyor;  düzenlenen eğlenceler kimi zaman bir kölenin başka bir köleyle veya bir arslanla ölümüne dövüşmesi şeklinde oluyordu. İnsanların ve hayvanların ölüm çığlıkları Pompei halkının gözünü daha da karartıyor alkış ve bağırışlarını daha da artırıyordu. Vahşetin her türlüsü Forum’da Pompeililer’e sergileniyor; Pompei’nin en önemli binaları bu yüzden Forum meydanına bakıyordu. Bunlar arasında iki tiyatro binası, bir gladyöter alanı, hamamlar,tapınaklar vardı. Şehrin ikliminin,manzaralarının güzelliği, birçok zengin Romalı’nın burada yerleşmesine ,çok süslü evler,köşkler yaptırmasına yol açmıştı. Buranın başlıca gelirini ise şarap ve yağ ticareti uluşturuyordu.

Antik şehir İ.Ö.altıncı yüzyılda Osk’lar tarafından kuruldu. İ.Ö. 89 yılında Romalılar tarafından işgal edilerek koloni haline getirildi. İ.Ö. I. Yy.da Romalılar şehri gelince  Pompei eşi benzeri görülmemiş bir eğlence merkezi haline getirdiler. Yapılan kazılardan anlaşıldığına göre  zenginliğin ve debdebenin  akılalmaz boyutlara yükseldiği Pompei, günden güne gayrı ahlaki bir duruma giriyor, şehrin her köşesinde fuhuş evleri boy gösteriyordu. Forum, tapınaklar, tiyatrolar, amfitiyatrolar, bazilikalar caddeler,atölyeler,kenar mahalleler, bu mahallelerin dükkanları ve küçük karanlık hamamları,meyhaneler, çamaşırhaneler,mısır öğütmek için kullanılan değirmenler,fırınlar,evlerin ve hamamların ısıtma sistemleri, kumarhaneler, batakhaneler,hanlar, şehri gezenler tarafından bugün bile fark edilebiliyor. Duvarlardaki seçim sloganları, tiyotra oyunlarının ilanları, kentin hemen dışındaki küçük  hanlar, geceyi burada geçirenlerin  duvarlara yazdığı yazılar ve çizdiği resimler de rahatlıkla görülebiliyor. Ve sonunda da, kenti baştanbaşa kaplayan lavlardan kaçmaya çalışan insan ve hayvanların vucutlarıyla yüzyüze geliniyor. Burada tarihin en trajik olaylarından birine tanık oluyorsunuz. Bir yanda soyluların görkemli villaları, diğer yanda hizmetçi ve kölelerin  fakir evleri...

VE KIYAMET KOPUYOR


Vezuv yanardağı Ağustos ayında büyük bir gürültüyle patladı. Kimsenin farkında olmadığı bir sırada havadan, taşlar, kaya parçaları ve kızgın lavlar yağmaya başladı. 200.000 civarındaki Pompei halkı ne yapacağını şaşırdı. Panik esnasında hiç kimsenin aklına ihtiyarları,sakatları, hastaları kurtarmak gelmiyor, herkes sadece kendini düşünüyordu. Yer yer kalınlığı üç dört metreye varan küller,kükürtlü buharlar insanı hareket edemez hale getiriyordu. Şarap  pazarında toplanan insanlar gerçekleşen çöküntü sonucu  ağırlıkların altında kalıp öldüler. İki gün süren korkunç patlamalar sonunda şehir, kalınlığı yer yer sekiz metreyi bulan lavların altında kaldı.

Etnograf  Prof. Carlo Giardano, yetmiş dokuz yılının 24 Ağustos günü saat on üçte Pompei’de olup bitenleri bakın nasıl anlatıyor: ‘O gün öğle vakti volkanın ağazından ani olarak yükselen bir kül bulutu birkaç saat içerisinde bütün Pompei kaplayıvermişti. Böylece şehir çok uzun bir sessizlik uykusuna girdi. Şehrin uykusu, taşları,eşyaları ve sanat eserlerini yeniden hayata kavuşturan kazılara kadar yüzyıllar boyu sürdü. Burada yaşayan binlerce insanın tehlikenin bu kadar yakınında oldukları halde gafil avlanmış olmaları o tarihlerde Vezüv’ün bambaşka bir manzara altında olmasından ileri gelmiştir. Yamaçları meşhur politikacıların villalarıyla süslü olan Vezüv,bağlar, bahçelerle çevrili ağaçlık bir yerdi. Napoli körfezine, Capri adasına baktığı için devamlı deniz kokulu esintiler altındaydı. Tepesindeki kalkerleşmiş taşlardan başka eski zamanların dramlarını hatırlatan herhangi bir hali yoktu. Oysa daha önceleri Vezüv’de yine bir püskürme olmuştu. Fakat o tarihlerde yeryüzünde hiçbir insan yaşamıyordu. Bu püskürmeyi çok sonra Yunan çoğrafyacısı Strabon, kraterleri incelemek suretiyle keşfetmişti. Ancak bundan bahsetmemeyi uygun bulmuştu. Hoş söyleseydi de ona kimse inanmazdı. Çünkü insanların gözü para ve zevkten başka bir şey görmüyordu. Şu var ki İ.Ö. 62’de meydana gelen ve şehri hemen tamamıyla yıkan bir zelzele dahi bu felaketin habercisi sayılabilirdi. Zelzeleler de o kadar sık oluyordu ki artık Pompei halkı bunlara alışmış önemsememeye başlamıştı.

  

YOK OLDUĞU GÜN



İ.Ö. 79’da Vezüv yanardağından dumanlar yükselmeye başladı. Bir patlama olacağını analayan halk limana doğru kaçmaya çabaladı. Gemilere binebilenler bir daha dönmemek üzere kentten uzaklaşmaya başladılar. Sarsıntılar başlayınca yirmi dakikadar süren büyük bir şaşkınlık yaşandı. Halk paniğe kapıldı ve bir hareketle 600 metre uzakta olan Sarno nehrinin ağzındaki limana doğru atıldılar. Belki burada daha öncekiler gibi denize açılmak mümkün olabilecekti. Ne yazık ki bu düşünceye sahip olanların yollarını bir deniz kabarması kesti. Dev dalglar bindikleri gemileri birer çöp gibi yukarıya kaldırıyor ve şehrin surlarının içindeki kızgın lav denizinin içine doğru fırlatıyordu. Zaten bu arada gökten iri kum taneleri büyüklüğünde çok kızgın küçük taşlar yağmaya başlamıştı. Hemen ardından da gaz yüklü kocaman siyah taşlar düşmeye koyuldu. Bu sonuncular yere değer değmez patlıyor ve ilk kayıpların verilmesine sebeb oluyordu. Gökyüzü kararmış olduğundan şehirde görüş mesafesi sıfıra düşmüştü. Şehrin insanları rastgele sağa sola koşup duruyorlardı. İçlerinde farkında olmadan Vezüv’e doğru koşanlar bile vardı. Kurtuluşu evlerinde görenler volkandan çıkan müthiş sıcaklık yüzünden havadaki oksijenin kısmen gaz karbonik hale dönüşmesi neticesinde boğuluyorlardı; yahut da evlerinin volkandan fışkıran taşlarla diğer maddelerin ağırlığına dayanamayıp çökmesi neticesinde yok oluyorlardı. Yarılmış olan yerden çıkan ağır ve zehirli gazlar  bu yarıklara düşmek yada eğilmek şansızlığına uğruyanları ebedi uykularına yolluyordu. Sonra ardı ardına Pompei’nin üzerine kızgın küller yağmaya başladı. Ve ilk ölenlerin üstünü yorgan gibi örttü. Birkaç saat içinde güzel ve canlı Pompei büyük bir mezarlığa döndü. İki yüz bin insan bir anda yok oldu. Yaklaşık iki bin yıl o görkemli villalar, heykeller,duvar resimleri,mozaikler tapınaklar ve pazarlar dokunulmadan gömülü olarak kaldı. Arkeoloklar kenti  keşfettiklşerinde son gün,pişmiş ekmeği bile fırında buldular. Pompei’nin üzerine düşen kızgın küller üç gün siyah bir kar gibi yağmaya devam etti. O andan itibaren de Pompei iyice sessizliğe gömüldü. Kazılardan anlaşıldığı kadaryla Pompei halkı ardı ardına gelen öncü küçük patlamaları ciddiye almamıştı.

Pompeililer taş olarak çıkarıldıkları vakit ölüm anında ne yapıyorlarsa o halde bulundular. Kimi başını ellerinin arasına alarak çaresiz bie şekilde lavların karşısına oturmuş,kimi şehrin fuhuş yuvalarında, kimi de çocuklarıyla çarşıda alışveriş yaparken lavların altında kalmışlardı. Bir duvarın üstünde ise bugün de görülebilecek olan Sodom ve Gomore yazısı bulunmaktadır. Tarihçilere göre Pompei de yaşayan yahudi köleler Pompei’nin bu durumunu görüp Sodom ve Gomore’yi hatırlamak için bu ibareyi yazmışlardı.


TAŞLAŞMIŞ İNSANLAR



1860’da İtalyan bilim adamı Giuseppe Fiovelli taşlaşan küllerin arasında bir boşluğa tesadüf edince buraya açılan delikten sıvı alçı döktürerek içerideki boşluğun kalıbını çıkardı. 19 yy’ın ikinci yarısında Giuseppe Fiovelli’nin başkalığında yapılan kazılarda ilk kez ilmi yöntemler uygulandı. Bununla beraber Pompei’de çalışan arkeoloklar lavlar altında kalan insan ve hayvan vucutlarını ortaya çıkarmak için ilginç bir yöntem geliştirmişlerdi. Sert bir cisimle taşlamış lavla kaplı kabarık yerlere vuruyorlar altta boşluk olduğu zaman duyulan ses değişik olduğundan böyle bir yere rastlandığında küçük bir delik açıyorlardı.bu delikten içeriye sıvı alçı döküp donmasını bekliyorlar daha sonra üstteki taşlaşmış lav kaldırılıyor ve alçıyla biçimlenen vucut ortaya çıkmış oluyordu. Vezüv’ün lavlarından kurtulamayan soylular, köleler, çocuğuna sarılmış annaelr, yaşlılar, gençler, köpekler ve atlar oldukları meydana çıkmışlardı. Taşlaşmış insan vucutları,duvar resimleri, mozaikler,mobilyalar ve mutfak eşyaları Napoli’nin ünlü müzesinde şu anda sergilenmektedir.



MARSTAKİ İNANILMAZ ARAPÇA YAZI

DÜNYA gibi Mars üzerindede gezilebilen Google Earth programını kullananlar bir koordinata geldiklerinde ilginç ve tanıdık bir görüntü ile karşılaşıyorlar. Mars gezegeninin yüzeyinde Arapça olarak ‘ES SELAM’ kelimesinin yazıldığı açıkça görülüyor. Ancak daha ilginç olan İslam mütfekkiri Muhiddin Arabi’nin bu işaretin Mars’ta bulunduğunu eserlerinde belirtiyor olması. Bu yazı Arapça "Es selam" olarak açık bir şekilde görülmektedir. Bu yazının yan bölümlerinde’de yine hilaller bulunmaktadır. Bu iddia ne kadar doğru bilinmiyor. Bilim otoriteleri Mars üzerinde böyle işaretlerin oluşabileceğini söylüyor. Futuhat-ı Mekkiye 1.Cilt, Bölüm 8'de Muhiddin Arabi bu işareti şöyle anlatıyor: ''Allah’ın (c.c) izniyle kainatta izin verilen yerlere kadar Tayy-ı mekânla gezen kutuplardan biridir. Gezip gördüğü yerlerde geleceğin insanlarına Mars’ta olduğu gibi Selam ve benzeri izler bırakmıştır. Hatta gezdiği yerlerin tamamını “Hakikat Arzı” olarak nitelendirmiştir.'' Bu işaretin Mars'ın güney kutup bölümünde görüldüğü iddia ediliyor. Google Earth’da Mars koordinatları ise şöyle: 85'47 37 91 G 3 25 07 10 D 85'43.53.35 G 2 47.56.46.D 85'43 09.66 G 2 38.40.67 D


MUHİDDİN ARABİ KİMDİR ? Muhiddin Arabi bundan 700 yıl öncesi yaşayan ve bir çok eser yazmış bir İslam mütefekkiridir. Vahdet-i vücud (varlık birliği) diye anılan ünlü tasavvuf nazariyesini şiddetle savunmuş, İslam tasavvufuna hakim olan belli başlı kişilerin arasında yer almıştır. Muhiddin Arabi, Endülüs’te, Mursiye (Murcia) şehrinde doğdu. 8 yaşında ailece İşbiliye (Sevilla)ye göç ettiler. 1194’te Tunus’a, 1202’de Mekke’ye gitti. Daha 18 yaşında devrinin büyük mutasavvıfları arasında sayılıyordu. Bağdat’tan, Selçuklu hükümdarının daveti üzerine Konya’ya geldi. Selçuklu veliahti Prens Keykavus’a hoca tayin edildi. 1211 ‘de Keykavus hükümdar olunca Muhyiddin Arabi’nin nüfuzu büsbütün arttı. 1230′ da Şam’a yerleşti. 75 yaşında bu şehirde öldü, oradaki ünlü türbesine gömüldü. Türbe, 1518’de Yavuz Sultan Selim tarafından onarılmış, İslam dünyasının sayılı ziyaret yerlerinden biri haline gelmiştir. Muhiddin Arabi çok verimli bir yazardı. 250 kadar eser bırakmıştır; bir o kadarı da bugün kaybolmuş bulunmaktadır. Aynı zamanda şairdi; en çok tasavvuf konularını işlemiştir. En ünlü eserleri El-Futuhatu’l-Mekkiye ile Fususu’l-Hikem'dir. Bu eserler sayılamayacak kadar çok basılmış, belli başlı dillere çevrilmiştir; etkileri büyük olmuştur, bu arada Ortaçağ Batı alemini de etkilemiştir. Yalnız, Muhiddin Arabi’nin bütün fikirleri, iddiaları bugün değerini kaybetmiştir. Çünkü tamamen akıl dışı fikirleri tutmuş, kendisini alemin kutbu saymış, bütün mucizelere muktedir olduğunu ileri sürmüştür. Gaipten haber verdiğini, geleceği keşif kudretinde olduğunu bile iddia etmiştir.

HAYALET GEMİ SS OURANG MEDAN OLAYI


1947 Haziran’ında, Endonezya'nın Sumatra açıklarında seyreden Hollanda bandıralı kargo gemisi,  "SS Ourang Medan"dan tehlike mesajları gelmesiyle başlayan olaylar zinciri, büyük bir felaketle sonuçlanmasına rağmen hala üzerindeki sır perdesi kaldırılamamıştır. 

"SS Ourang Medan" gemisinden gönderilen acil mesajlarda yardım istenmesiyle başlayan ve "Kaptan dahil tüm mürettebatımız öldü!" denilen mesajın hemen ardından "Ölüyorum!.." diye ikinci mesaj radyoyla gönderilmiştir. Mesajı alan gemilerden "Silver Star", hemen koordinatları tespit edip "Ourang Medan"ın yanına gitmiş;  gemiden bir cevap alamayınca küçük bir birlik filikayla gemiye yanaşmıştır. Ancak, gemide bir tane köpek de dahil olmak üzere sadece cesetlerle karşılaşmıştır. Mesajları gönderen tayfa da haberleşme odasında ölü bulunmuştur.

SS Ourang Medan olayını tuhaf yapan şey ise, tüm cesetlerin elleriyle işaret ederek güneşe baktıklarının belirtilmesidir. Ağızları sonuna kadar açılmış, suratlarında korku ifadesi ve dişlerini sıkmış bir şekilde duran ölüler… Diğer bir ilginçlik ise, ölenlerin vücutlarında darbe veya yaralanma belirtisinin görülmemiş olmasıdır.[1] Kazan dairesindeki cesetlere yaklaştıklarında sıcaklığı 110° F (yaklaşık 44 ° C)'ye yakın olmasına rağmen, kurtarma ekipleri bir ürperti hissettiklerini iletmişlerdir. Bu durum, gemiye hayaletlerin saldırmış olabileceğine dair birçok spekülasyona sebep olmuştur.




SS Ourang Medan"ı bulan ve en yakın limana götürmek için yedeğe alan "Silver Star" mürettebatı, geminin kargo bölümüne girmeye çalışırken "SS Ourang Medan"dan dumanlar çıkmaya başladığını fark edince hemen gemiyi terk edip "Silver Star"a dönerek iki gemiyi ayırırlar. "Silver Star"ın ayrılmasının ardından bugün bile nedeni anlaşılamamış olan bir patlama gerçekleşir ve saniyeler sonra "SS Ourang Medan", sulara gömülür.

Yıllar sonra olayla ilgili dava tam kapatılmak üzereyken geminin kaptanından kargosuna kadar ne taşıdığını anlatan 1954'te yazılmış 32 sayfalık bir kitapçık bulunur. Kitapçıkta geminin kargosunda potasyum siyanür ve nitrogliserin bulunduğu yazmaktadır. Bundan sonrasında konu, biyolojik silah düşüncesiyle Japonlar'ın meşhur Birim 731'inde mikrobiyolog olarak çalışan Shiro Ishii'ye kadar uzanmıştır. Birim 731, Japon İmparatorluk Ordusu'nun içinde yer alan biyolojik ve kimyasal silahlar üzerine araştırmalar yapan bir koldu. II. Japon-Çin Savaşı ve II. Dünya savaşı sırasında insanları denek olarak kullanmışlar ve en azılı savaş suçları işlemekten sorumlu tutulmuşlardı. Bu birimin araştırma yöntemleri korkunçtu.

Başka bir teoriye göre bu olaya kazan dairesindeki karbon monoksit sızıntısının neden olduğu ve mürettebatın ölüm nedeninin de bu gazı solumuş oldukları için olduğu belirtiliyor. Fakat bu durumda da akla şu soru geliyor: O halde güvertedeki denizciler neden hayatta değildi? Çünkü taze deniz havası, onları kurtarabilirdi.

"SS Ourang Medan" gemisi, tüm mürettebatının şüpheli şekilde ölümleri yüzünden bir "hayalet" gemi olarak anılmıştır. Geminin mürettebatına ne olduğuna dair gizem hala sürmektedir. Bazıları okyanus dibindeki yarıklardan çıkan metan veya başka bir kimyasalın mürettebatı zehirlendiğini düşünmektedir. Bazılarına göre ise, uzaylıların ya da hayaletlerin saldırısına uğramışlardır. Ancak böyle bir geminin var olduğu ya da mürettebatının kim olduğu ve başına ne geldiği konusunda şüpheler vardır.  Olay, zamanla bir şehir efsanesi haline gelmiştir.

"SS Ourang Medan"da gözleri açık ölen mürettebatın sırrı hala denizin dibinde gün ışığına çıkmayı bekliyor.

14 Eylül 2014 Pazar

TİTANİK 'İN SIRRI VE GİZEMLİ OLAYLAR


Tüm zamanların en ünlü gemisi Titanik, herkes tarafından bir deniz faciası nedeniyle tanınır oysa dev yolcu gemisinin ardında inanılmaz bir gizem saklı.

Titanik’in akıl almaz öyküsünü sunarken uyarıyoruz. Bir düşünün, Titanik’i batıran gerçekten bir buz dağı mıydı?

Hiç kimse onun dünyanın en büyük kehanetlerinden birisini yaptığını bilmiyordu. Hatta kendisinin dahi haberi yoktu. Adı; Morgan Robertson´du, Amerikalıydı, 1861´de doğdu, gençken denizcilik yaptı, sonra ise bir elmas eksperi oldu ve New York´da kuyumculuk yaptı. Sonra Kipling´in bir öyküsünü okudu ve yazar olmaya karar verdi. İlk öyküsü 25 $´a satıldı, daha sonra yazdığı 10 öyküden ise 1000 $ kazandı. Yazmak ona artık kolay ve kazançlı geliyordu. 1897 yılının bir kış gecesinde 24.Caddedeki dairesinde yeni bir deniz öyküsü yazmayı planladı. Bu bir uzun öykü olacaktı.



Hayali “Titan Kazası

Hayalinde dev bir yolcu gemisi vardı, asla batmayan bir gemi. Bir aşk teması üzerine kurulu olan öykünün kahramanları bu dev gemiye binip, İngiltere´den ABD´ye gidiyorlardı ve aşk hikayesi dünyanın en lüks gemisinde sürecekti. Ama öykünün hayali kahramanları beklenmedik bir sürprizle karşılaşacaklar ve bir deniz kazası batmaz denen gemiyi okyanusun dibine yollanacaktı. Robertson´un teması buydu, oturup yazmaya başladı ve öyküye iki isim verdi; "Futility"yani "Nafile" ve "Titan Kazası"... Evet, yanlış okumadınız; Titan... Şimdi beraberce Robertson´un romanından bİr bölümü; "Titan"ın batış sahnesini okuyalım.

"Gözcü haykırdı; ´buzdağı! Birinci subay, kaptana haber verdi ve derhal makine dairesine tornistan yani geri git emri verildi. Fakat dev gemi durmuyordu, hızını kesmesi için zaman lazımdı ve sisler arasında görünen buzdağı yaklaşıyordu. Aşağıdan ise orkestranın ve eğlenen insanların sesleri duyuluyordu. Sonra buzdağı gemiye ulaştı, bu arada gemi ters çalışan pervanelerin gayretiyle yan dönmüştü ama yetersizdi ve kaptanla yardımcılarının ç****iz bakışları arasında buzdağı Titan´ın sancak tarafına çarptı. Darbe hafifti hatta pek hissedilmedi, kaptan o anda ucuz atlattık diye düşünüyordu. Ama birkaç dakika sonra gemi birden yan yattı, buzdağı asıl yarayı su kesiminin altında açmıştı, yara öldürücüydü çünkü uğursuz buzdağı Titan´ın bordasını jilet gibi keserek, parçalamıştı."

Daha sonra Robertson öyküye; gemi hızla su aldığını. Alarm verildiğini, filikaların indirilerek, önce kadınlar ve çocuklar bindirildiğini, yardım çağrıları yapılırken, Avrupa´nın en ünlü ve zengin ailelerinin mensuplarnın birbirlerine ebediyen veda ederken, dev yolcu gemisi Titan’ın buzlu kutup sularına hızla gömüldüğünü anlatarak devam ediyordu.



İnanılmaz kehanet gerçekleşiyor...

Ve Robertson 1898 yılında öyküsünü küçük bir kitap olarak yayınladı. Kitap onu çok daha sonra ölümsüz yapacaktı, dünyanın en çarpıcı ve en dehşet verici kehanetini yazmıştı ama sonuç yayınladığı dönem için aynen kitabın adı gibiydi yani "Boşyere" Aradan 14 yıl geçti ve başka bir zamanda, başka bir gemi, asla batmaz denen dünyanın en lüks ve en büyük yolcu gemisi Titanik, İngiltere’nin Southampton limanından yeni dünyaya doğru denize açıldı. Sonra, 1912 yılında 14 Nisan´ı, 15 Nisan´a bağlayan gecede sisler arasından birden ortaya çıkan bir buzdağı batmaz denen Titanik’in katili olacaktı. Yukarda okuduğunuz Robertson´un romanındaki batış sahnesi aynen gerçekleşti. Sadece o kadar mı? Bakın Morgan Robertson Titanik´den 14 yıl önce yazdığı romanında daha neleri bilmişti;

Robertson´un romanındaki Titan adlı gemi Southampton limanından yola çıkıyordu ve 14 yıl sonra Titanik de aynı limandan yola çıktı.

Romandaki gemi ile, Titanik arasında sadece 4 metre fark vardı. Titan 248 metre, Titanik 252 metreydi.

İki geminin ağırlıkları da çok yakındı. Robertson romanında Titan´ı 70.000 ton ağırlığında yazmıştı; Gerçek Titanik ise 66.000 tondu.

Her iki geminin de üç pervanesi vardı ve her ikisi de 3000’er yolcu taşıyorlardı. Gerek romandaki hayali Titan´a gerekse de gerçek Titanik´e Avrupa´ nın sayılı zenginleri ve ünlü aileleri binmişlerdi.

Daha da ötesi var;

Robertson´un romanındaki dev Titan, New Foundland yakınında; Kuzey Atlantik´ de bir buzdağına çarparak battı ve işte inanılmaz ama gerçek; Talihsiz Titanik de 14 yıl sonra aynı koordinatta, aynen romandaki benzeri gibi bir buzdağına çarparak okyanusa gömüldü.

Ve her iki gemide de; yeterince cankurtan filikası yoktu; Robertson romanındaki gemide 24 filika bulunduğunu yazıyordu; Titanik´de ise 22 filika vardı ve bu yüzden can kaybı büyük oldu.

Sonra...Gerçek kazanın sonucunda 1513 yolcu boğularak öldü ve kayboldu. Aynen 14 yıl önceki romanda yazıldığı gibi... Robertson´un romanındaki Titan´da ise 1500 kişi ölüyordu. Her iki gemi de 3000 kişilikti ve Titanik´e 2224 kişi binmişti.

Aynı asla batmaz denen gemi,

Aynı yerden aynı yere yolculuk,

Aynı tarihte, aynı yerde kaza,

Aynı buzdağı ve aynı tür batış,

Aynı yolcu ve ölü sayısı,

Hatta iki gemi de batarken orkestranın ilahi çalmasına kadar...

Bir kez daha okuyun ve düşünün...


Büyük kehanet farkedilmiyor...

Morgan Robertson başarılı olamadı, kitabı satmadı, daha sonra yazdıkları da ilgi görmedi. Bunalıma girerek, bir hastanede psikolojik tedavi gördü. Sonra yeni bir öykü yazdı, bir Fransız dergisinde yayınlanan bu öyküde de, denizaltılardan söz ediyor ve periskopu tarif ediyordu. Ama yine ilgi görmedi. Başarısız bir yazar olarak, Mart 1915´de bir otel odasında ayakta geçirdiği bir kalp kriziyle yaşama veda etti. Asıl inanılmaz olay burada çünkü Robertson mart 1915´de öldü. Yani gerçek Titanik´ in batışından üç yıl sonra...Ve hiç kimse Robertson´la ilgilenmedi, yine kimse farketmedi ve hiç kimse onun 14 yıl önce Titanik´i aynen nasıl anlatabildiğini merak etmedi.

Kimse onu anımsamadı, ta ki 1980´lerde inanılmaz olaylarla ilgili araştırmalar yapılıncaya kadar... Morgan Robertson;Titanik batmadan 14 yıl önce, gemiyle ve kazayla ilgili herşeyi tıpatıp aynen nasıl yazmıştı ? Raslantımıydı? O, başarısız bir yazar olarak tarihin karanlıkları arasında kayboldu, şimdi ise ruhu hatırlanmanın sevinci içinde olmalı... Kehanet sıradan bir iş değil, ve asıl gizem kendi yapısında, ne zaman ve nerede ortaya çıkacağı hiç belli olmuyor; oysa gelecekte nelerin olacağı konusunda çevremiz sayısız ipucu dolu; yeter ki görmek için çaba gösterelim. Titanik´ in gizemi burada da bitmiyor. Biri daha var;

"Denizde tehlikede olanlar için dua ediyoruz..."

Kanada, Winnipeg´de Rosedale Metodist Kilisesi´ndeyiz, Rahip Charles Morgan bir pazar sabahı erkenden kalkmış, o günkü ayin için hazırlık yapıyordu. Okunacak ilahinin numarasını karatahtaya yazdı. Tüm hazırlıklarını bitirdikten sonra, ayine kadar biraz uyumak amacıyla odasına çekildi ve derin bir uykuya daldı. Birden kendini çok canlı ve etkin bir rüyanın içinde buldu. Karanlıkların içinde, dev bir kütle vardı, dalgaların sesleri duyuluyordu, çanlar çalıyor ve Rahip Morgan´ın çok uzun yıllardır işitmediği bir ilahi duyuluyordu. Rüya o kadar etkili ve rahatsız ediciydi ki, Morgan uyandı, ilahi ve çan sesleri kulağından gitmiyordu. Saatine baktığında, fazla zaman geçmemiş olduğunu gördü, rüyanın kötü etkisinden kurtulmaya çalışarak yeniden uyumaya çalıştı ve yeniden uykuya daldı. Rüya tekrar başladı, ilahi, çan sesleri, karanlık, dalga sesleri ve devrilen dev kara kütle. Morgan bu kez, panikle uyandı ve kendini boş kiliseye attı, karatahtaya giderek o bir türlü kulaklarından gitmeyen ilahinin numarasını yazdı. Ayin saati gelmişti, cemaat toplanıyordu, Rahip Morgan ilahiyi başlattı, notalar kilisede çınlarken, aynı anda binlerce mil ötede okyanusun ortasında aynı ilahi buzlu denizi çınlatmaktaydı; "Duy, Kutsal Baba, Sana denizde tehlikede olanlar için dua ediyoruz." İlahi biterken, Rahip Morgan´ın gözlerinden yaşlar akıyordu. Aynı günün sonraki saatlerinde, Rahip ilahiyi okudukları sırada Atlas Okyanusu´nun derinliklerinde büyük dramın yaşandığını öğrendi. O gün, 14 Nisan 1912´idi ve Atlantik´in kuzeyindeki buzlu sularda Titanik suların içinde yokolmuştu.

Titanik’de bir gariplik var...

Titanik battığında, ünlü İngiliz gazeteci William T. Stead gemide bulunuyordu.1892 yılında Stead hikayeler yazarak yaşamını kazanıyordu. Gazeteciliğinin yanısıra Stead, ölüm ötesi ve Spiritüaliizm ile yani Ruhçuluk’la da ilgileniyor, araştırmalar da bulunuyordu. O yıl yazdığı kısa hikayelerden birinin adı neydi biliyormusunuz? "Titanik" ve yine Titanik´den 20 yıl önce...YineTitanik´de olduğu gibi, Stead´ın hikayesindeki Titanik´de bir buzdağına çarparak batıyordu. Ve Stead´ın yazdığı hikayede, Stead kendisini kazadan kurtulan biri olarak anlatıyordu. Ve; 20 yıl sonra gerçek Titanik batarken, o buzlu ve soğuk denize gömülenlerden birisi Stead´ ın gerçekten kendisiydi. Ama; sonu romandaki gibi olmadı çünkü kurtulamayacaktı. Zira bu roman gerçekti ve başka bir romancı tarafından yazılmıştı. O anda Stead ne düşünmüştü? 20 yıl önce yazdığı hikayeyi düşünüp, kurtulacağına inanıyormuydu? Bunu asla bilemiyeceğiz...

Biri daha var. Ama çok daha sonra; 1935´ de... William Reeves adlı bir denizci bu; İngiltere´den Kanada´ya giden "Titanian" adlı kömür yüklü buharlı gemi; soğuk bir Nisan gecesinde Kuzey Atlantik´de seyrediyordu. Bütün denizcilerin ezbere bildikleri o uğursuz yere; Titanik´in battığı noktaya varmışlardı. Reeves, güverteden denize bakarak yıllar öncesindeki olayları düşlüyordu. Ve o gün Reeves ´in doğum günüydü, olabilir ama Reeves´ in doğduğu tarih çok önemliydi, çünkü Reeves 14 Nisan 1912´ de doğmuştu. Yani Titanik´in battığı günde. İşte tam o günde; Titanik´in battığı günde Reeves doğum gününü; Titanik´ in battığı yerde kutluyordu. Ve birşey oldu... Reeves birden, suların kaynaştığını ve dev bir buzdağının geminin yolu üzerinde belirdiğini gördü. Tam o anda da, köprüden alarm verildi. Uzaklık yeterliydi. Mürettebat gemiyi zamanında durdurdu, buzdağının yanından geçeceklerdi ama olmadı... Çünkü bir saat içinde çevreleri; yüzlerce buz kütlesi tarafından sarıldı. Artık hareket etmelerine imkan yoktu. Reeves ve arkadaşlarının içinde bulundukları Titania adlı gemiyi, ancak 9 gün sonra yetişen buz kırma gemileri kurtardılar. Neden? Buzdağları o korkunç gecenin yıldönümünde, bir grup denizcinin orada bulunmasını mı istemişlerdi ?

Evet... İnanılmaz ama gerçek zira Titanik´ in gizemi şaşırtıcı. Titanik şimdi okyanusun derinliklerinde uyuyor sadece bir kez ziyaret edildi. 1 Eylül 1985´de Amerikalı ve Fransız uzmanlardan kurulu bir sualtı ekibi onu buldu ve görüntüledi. Morgan Robertson; Titanik batmadan 14 yıl önce, gemiyle ve kazayla ilgili herşeyi tıpatıp aynen nasıl yazmıştı, raslantımıydı? William T. Stead 20 yıl sonra içinde öleceği geminin adını ve kendisinin de içinde bulunduğu öyküsünü, hangi raslantı sonucunda yazmıştı? Titania adlı gemiyle, Titanik´in battığı günde doğan ve doğum gününde Titanik´in battığı yerde bulunan Reeves´ in buzdağları tarafından 9 gün hapsedilmesi de raslantımıydı? Düşünür Voltaİre diyor ki; "Belki de raslantı dediğimiz şey; belirli bir şeyin bilinmeyen nedenidir..." Robertson, Stead ve Reeves bizim gibi birer insandılar. Bizler gibi normal ama bilinmeyen yönleri olan insanlar. Her insan gibi... Ve siz de; bilinmeyen raslantılarla her an karşılaşabilirsiniz...



Kazadan kurtulanların anıları;

"Kazadan bir gece önceydi, karım başıma Titanik´in sahibi olan White Star Şirketi´nin ambleminin bulunduğu kepi giydirdi, güvertedeydik ve tam o anda gökde bir yıldız parçalara ayrılarak dağıldı. Karım bundan hiç hoşlanmadığını söyledi. "
Kamarot Arthur Lewis

"Babam heyecanlı, annem moralsizdi ve hayatımda ilk kez onun ağladığını gördüm. Umutsuzdu ve birşeylerin yolunda gitmediğini söylüyordu. Yedi yaşındaydım ve daha önce hiç hiç gemi görmemiştim. Çok büyüktü, herkes çok heyevanlıydı, kamaraya indik, babam anneme yatmasını ve sakinleşmesini söyledi ama annem bütün gece oturdu, ta ki kazaya kadar ve sadece ben kurtuldum. "
Eva Hart

"Woolston´da yaşıyorduk, okul öğleyin tatil edildi ve Titanik´in limandan ayrılışını görmeye götürüldük. Öğretmenimiz başımızdaydı, sonra Titanik yavaş yavaş iskeleden ayrılmaya başladı; bu onu son görüşümüzdü, Southampton sularında gittikçe uzaklaşıyordu. Yanımda yaşlı bir adam vardı, eliyle iyi şans işaretleri yaptıktan sonra başını salladı, sonra yüksek sesle hiç umut olmadığını söyledi."
Lois Brown Jacobs

Nasıl battı?

Titanik nasıl battı? O kadar çok kuram var ki; bunların en yenilerinden bir tanesi kasıtlı batırıldığı yolunda; tabii ki sigorta parası için. Ama buzdağının nasıl gemiye çarptırıldığının cevabı yok, yanlız ilginç iddialar ortaya atılıyor. Titanik´in Kuzey Atlantik´in derinliklerinde yattığını hepimiz biliyoruz. Buzdağı, gemiye sancak tarafından çarpmış ve çelik levhaları yarmıştı. Ünlü tiyatrocu Thomas Andrews gemi batarken ön tarafta bulunan beş su geçirmez kamaranın birisindeydi. Çarpmanın hemen ardından kamaralara buzlu deniz suyu dolmaya başladı. Aslında kamaraların sadece birisi delinmişti ama su kolayca diğerlerine de geçti, Andrews olayın tanığıydı yani su geçirmez denilen kamaralar su geçiriyordu. Aynı şey su geçirmez denilen alt bölümlerde de oldu ve Titanik bu yüzden kolayca battı. Jack Thayer, Titanik´in batmadan evvel su yüzeyindeyken iki bölündüğüne inanıyor ve anlatıyondu ama çok kişiye göre kaza böyle olmamıştı fakat 1985´de



Dr. Robert D. Ballard, Titanik´i okyanusun dibinde iki parça olarak buldu. Ballard ve ekibi Titanik´in pruvasından kırıldığını belirledi çünkü yara alınca gerilime dayanamamış ve denizden evvel içeri dolan sert havanın basıncıyla ikiye bölünmüştü. Bugün iki parça birbirlerinden yarım kilometre uzaklıkta ayrı yönlerde duruyor.



Titanik´in batış nedeni söylenceleri az değildir;

--- Titanik, kardeşi Olympic´le beraber sigortalanıp, ikisi de kasıtlı mı batırıldı?

--- Mürettebat ve Kaptan Smith sarhoş muydular?

--- Gemi subayı Murdoch, neden kendini öldürdü?

--- Kaptan Smith´in de intihar ettiği, telsizle gerçekten bildirilmiş miydi?

--- Niçin görevliler dürbünle çevreyi gözlemediler? Oysa bu yapılsaydı, buzdağı çok önceden görülebilirdi.

--- Titanik buzdağını son anda görüp dönmeye çalışırken, önce kıçından sonra da önünden iki defa mı yara aldı.

--- Su geçirmez bölmeler neden açıktı?

--- Söylendiği gibi Californian adlı gemi veya bilinmeyen bir diğer gemi, Titanik´i batarken görmesine rağmen yardıma gelmedi mi? Kurtulanlardan birçok kişi, bir geminin ışıklarını gördüklerine dair yeminler ediyorlardı.

Bunları biliyor musunuz?

--- Bazı yolcuların köpekleri güvertede bulunan köpek kulübelerindeydi. Bunlardan birisinin değeri 750 £´du ve 1912 yılında bu miktar çok büyük bir paraydı. Bugünkü değeri 300.000 £ olarak hesaplanıyor.

--- İkinci Dünya Savaşı sırasında, adı "Titanic" olan bir propaganda filmi yapıldı. Gemide gizli olarak bulunan bir Alman subayının hikayesiydi.

--- Yolcuların bazıları, gemi batmadan biraz evvel, jimnastikhanede bisiklete biniyorlardı.

--- Titanik´in birinci sınıf kamaralarının ve dinlenme salonunun bazı pencereleri ve kepenkleri, İngiltere Alnwick´de bulunan White Swan Oteli´nden alınmıştı.

--- Titanik´den kurtulan gemi subaylarının ve mürettebatın hiçbirisi yaşamlarının kalanında mesleklerini sürdürmelerine rağmen asla kaptan olamadılar.

--- Titanik, Southampton´dan ayrıldıktan hemen sonra kömür depolarında yangın çıkmış ve söndürülmüştü.

--- Kurtulanlardan birisi olan gemi subayı Murdoch, gemi batmadan evvel intihar etti, aslında elindeki tabancayla kalabalığın filikalara hücüm etmelerini engellemekle görevliydi.

--- Gemi batmaya başladıktan sonra uzaklaşan ilk cankurtaran filikasında sadece 28 kişi vardı, oysa filika 64 kişilikti.

--- Titanik limandan ayrılmadan evvel demirlerini alırken, çıpaların birisi yakınındaki bir geminin iplerine takıldı ve neredeyse onu batırıyordu ve geminin adı Titanik´in asla göremeyeceği limanın adıydı; "New York"


--- Faciadan hemen sonra, New York´da bir söylenti yayıldı; Titanik´in batış nedeni bulunmuştu çünkü kargonun konulduğu yerin gizli bir bölmesinde demir kafesli bir sandığın içinde bir lahit vardı. Lahit ve içindeki Mısır kralının mumyası, ABD´de gizlice satılmak üzere eski eser kaçakçıları tarafından gemiye yüklenmişti. Mısır inançlarına göre bu hırsızlık, tanrılara karşı bir hakaretti ve Anubis´in kudreti buna izin vermezdi. Tanrılar Titanik´i batırdı ve mumya denizin dibini boyladı. Belki... İki yıl sonra, söylenti yine başladı ama bu kez farklıydı; mumya batmadan evvel kaçırılmıştı yani gemide bulunan kaçakçılar veya kaçakçı gemicilere rüşvet vererek, mumyayı ambardan çıkarttırmış ve bir filikaya yükletmişti. Ve şirketin subaylarından birisi bu öyküyü onaylıyordu. Sonra kaçakçı rüşvet vermeye devam ederek, mumyayı Carpathia gemisine yüklemeyi de başararak, New York´a getirdi. Ama şansı orada sona erdi, satış yapılamadı, kimse mumyayı almıyordu. Kaçakçılar mumyayı geri götürmeye karar vererek, bu kez Empress Of Ireland adlı gemiye yüklediler ve Empress Of Ireland´da battı ama mumya yine kurtarıldı ve Ameriya´ya geri döndü. Sonuncu kez yine bir gemiye yüklenerek, yola çıkarıldı ama kader kararından dönmüyordu. Üçüncü gemi de torpillenerek batırıldı. Geminin adı Lusitania´idi. Kimliği bilinmeyen gizemli firavun sonunda huzura kavuşmuştu.

--- Titanik mitleri neredeyse sonsuzdur. Örneğin Kaptan Smith´in bir bebeği kurtararak, bir filikaya kadar yüzerek götürdüğü ve sonra yine yüzerek geriye döndüğü ve gemiyle beraber battığı anlatılır. Weekly World News gazetesine göre olay gerçektir. Titanik´de bulunan altınların ve mücevherlerin miktarı bilinmiyor zaten kargo kesin olarak belgelenmemişti; ama gemide kesin olarak bulunan Ömer Hayyam´ın el yazması mücevher işli "Rubaiyat"ı büyük kayıptı. Kargo listesinde, bir de yeni Renault otomobil vardı,


Kim uğursuzdu? 

İki gazeteci olan John Eaton ve Charles Haas´a göre, mumyanın kaderini paylaşan gerçek birisinden söz ediyorlar; adı Frank "Lucky-şanslı" Tower. Tower, belki de gezegenin en uğursuz denizcisiydi. İlk önce Titanik´de ateşçiydi, kazadan yüzerek kurtulmuş ve ölümü atlatmıştı sonra o da Empress of Ireland´ın mürettebatına katıldı ve o da battı, Tower bu kez çok zor kurtulmuştu. En son işini bulduğunda mutluydu ama bu uzun sürmedi, Lusitania´da iş bulmuştu, gemi ayaklarının altında sulara gömülürken Tower haykırıyordu; "Şimdi zamanı geldi mi?" Bu öykü iki gazeteci tarafından anlatılmasına ve Ripley´in ünlü "İster inan, ister inanma" külliyatında yer almasına rağmen, tarihçiler tarafından onaylanmadı; tarihçiler üç geminin mürettebat listesinde bu isimde birisinin bulunmadığını söylüyorlardı. Ripley ise, gemicinin adının farklı olduğunu söylerek, işin içinden sıyrıldı; peki üç gemide de aynı isimli biri var mıydı? Evet, bir değil, birkaç kişi vardı ama bunların aynı kişiler olup olmadığı asla anlaşılamadı. Fakat bunlardan birisinin öyküsü kesin gerçekti; Aslında Titanik´in kamarotlardan Violet Jessup, White Star Gemi Şirketi´nin gerçekten de lanetli kişisidir. Genç kadın, önce şirketin Olympic gemisindeydi, geminin Hawke şilebiyle çarpışıp batmasından kurtuldu, sonra Titanik´de de hemşire asistanı olarak görevlendirildi ve yine kurtuldu. Violet, Şirketin üçüncü gemisi olan Britannic´de görevini yaparken son yolculuğuna çıkmıştı. Violet´in kaderi White Star Şirketi´nin gemileriyle aynıydı.



13 Eylül 2014 Cumartesi

LEONARDO DA VİNCİ HAKKINDA BİLİNMEYENLER

    
Daha çok resimleriyle gündeme gelen Leonardo Da Vinci İnsan anatomisi hakkında en önemli bilgileri cesetler üzerinde toplayan ilk bilim adamı ünvanını taşımaktadır. Leonardo Da Vinci’nin, bugün dahi modern tıp tarafından değerlendirilen çok önemli buluşları mevcuttur.



İnsan kalbinin damarlarına ve kapaklarına varana kadar ayrıntılı çizimlerinden, yüzyıllar sonra faydalanan bilim adamları oldu. Araştırmalarının günümüzün bilim adamları tarafından dahi benimseneceğini sanki o tarihlerde seziyordu Da Vinci. Kalp ile ilgili incelemelerinden birtanesinde, kalbe pompalanan kanın bir kantara havuzu sistemiyle, tekrar vücuda sevkediği tezini savunuyordu. Kas, kemik ve sinirler hakkında edindiği bilgilerle daha da meraklanan Da Vinci artık bütün tabuları yıkmaya kararlıydı. Karaciğer, akciğer, kalp, cinsel organların ve hatta beynin bile krokisini yüzlerce kez çizmişti. Leonardo Da Vinci, insan anatomisinin atlasını çizmeye kararlıydı.


Ana rahmindeki bebeklerin resimlerini çizdiği dönemde, Papa’ya şikâyet edilen Da Vinci bir notunda şöyle yazıyordu:

“ Papa üç ceseti açtığımı öğrenmiş! “
Daha sonra şehri terk edip fransız kralının hizmetinde çalışmalarına devam ediyordu. O güne kadar görülmemiş bir araştırma aşkıyla bilimin yolunu açan Da Vinci’nin, 16. yüz yılın başlamasıyla birlikte bilim adamı kimliğiyle karşımıza çıktığını görüyoruz.


Renaissance döneminin büyük ressamı kimliğinin yanı sıra çizimleri 21. yüzyılın bilgisayar tomografilerini andırıyordu. Bu eserleri sanat severler tam olarak anlayamıyorlardı, zira bir kolun veya omuzun çeşitli açılardan, kimi zaman damarları, kimi zaman kasları, kimi zaman kemikleri ve kimi zaman da hepsini birden ön plana çıkararak defalarca çizmesinin Rennaissace döneminin resim sanatıyla hiçbir alakası yoktu. Fakat 20. ve 21. yüzyılın cerrahları, orthopedi doktorları, fizikçileri bu çizimleri görür görmez ne anlama geldiklerini çözüyorlardı. Şaşkınlıklarını gizlemeden şu soruyu soruyorlardı:

“1452 yılında ortadoğulu ( muhtemelen arap ) bir hizmetçi anneden doğan bu mükemmel beyin kim”
Kusursuz takip, inceleme yeteneği ve merakı bilim aşkıyla birleşince ortaya böyle büyük, dahiyane bir düşünür çıkıyordu. Saatlerce, günlerce uçuşlarını incelediği, takip ettiği kuşlardan sonra tutup bir uçuş makinesinin planını ( krokisini ) çizebiliyordu Da Vinci. Bu planları 600 sene sonra hayata geçirilmesiyle birlikte, gerçekten uçabilen insanların olduğunu anımsayacak olursak Da Vinci’nin nasıl bir beyine sahip olduğunu daha iyi anlayabiliyoruz.

Yine aylarca kıyısında dolaştığı nehirleri inceledikten sonra, suyun akışını ve engellenmesi halinde nasıl davrandığını tespit eden Leonardo, su kanalıyla enerji elde etmenin yolunu buluyor ve bunları kâğıda aktarıyordu.
Doğayı, güncel hayatı ve çevresinde olup bitenleri, en ince ayrıntılarıyla bir objektifin keskinliği ile yakalayabilen Da Vinci çeşitli bilim alanlarının arasındaki paralelleri tespit ederek sorularına yanıt arıyordu. Herzaman aradığı yanıtları bulamasada, yılmadan soruyor, araştırıyor ve inceliyordu. Diğer bilgelerin orta çağ döneminin bitmesiyle, Avrupa’yı kasıp kavuran veba hastalığının ve yeni bir döneme geçiş olan bu yılların getirdiği soruların cevaplarını Kilise’de, İncil’de ararken, Da Vinci kendi incelemelerinde, araştırmalarında buluyordu aradığı cevapları.

1453 yılında Konstantinopel’in düşmesiyle birlikte, ekonomisi globalleşen Avrupa’da fırsatları iyi değerlendiren çok kısa sürede zengin olabiliyordu. Aynı süreçte iflaslar da sıkça görülebiliyordu. Paralı askerler ülkede terör estirirken, kilise gün geçtikçe otoritesini yitiriyordu. Matbaaların icadıyla yeni bir iletişim imkânına kavuşan insan, kilisenin klişeleşmiş dua ve söylemlerinden bıktığını hissediyordu artık. Collombus Amerika’yı keşfederken, cep saatleri icat ediliyor ve artık insanın zaman ve mekân anlayışı değişmeye başlıyordu.
Bu yeni dönemin motoru olarak kabul edilen unsurlar şunlardı: Tıp, teknik ve doğabilimi.
Felsefi açıdan ise Platon, Cicero ve Vitruf’un yazıları yeniden ele alınmaktaydı.
İşte tam bu dönemin çocuğu olan Da Vinci, önemsiz bir annenin gayrı meşru oğlu olmaktan kurtulup, İtalya’nın, hizmetleri en çok aranan bilim adamı ünvanını elde ediyordu. Papa’ile arasının açılmasının ardından Leonardo fransız kralının yanında yerini alıyordu.

Ressamlığın ötesindeki Da Vinci’nin kimliği ve onunla ilgili diğer notlar:


- Aklına gelen herşeyi not eden Leonardo Da Vinci’nin ardında bıraktığı sayfaların onbinin üzerinde olduğu tahmin edilmekte. Şu anda bulunan evrakın sayısı altı bindir.

-Dünyanın dört bir yanına dağılan yazıları zorla toparlanan Da Vinci birde ters yazıyormuş. Yani yazılarını aynaya tuttuğunuz zaman okunabilinmektedir. Bunun sebebi halâ anlaşılmamıştır.

- O nun tam adı: Vinci’li Piero’nun oğlu Leonardo anlamına gelen Leonardo Di Ser Piero Da Vinci’dir
-Vejeteryan ve pasifist ( silah ve savaş karşıtı ) olan Da Vinci’nin askeriye için icat ettiği silahları ve araçları meşhurdur.
-İnsanın üremesiyle alakalı girişimlerini iğrenç olarak niteleyen Da Vinci hakkında, 500 yıl sonra Sigmund Freud bir analizinde onun frijit olduğunu söyleyecektir!
-Hayatında üç kere 30, 50 ve 60 yaşında yaşantısına çeki düzen vererek yeni başlangıçlar yapar.
- Sekiz kere ikametini değiştirir ve iki kere yaklaşan düşman karşısında firar eder.
-9 Nisan 1476’da üç arkadaşıyla birlikte sodomist ( eşcinsellik ) suçlamasıyla mahkemeye sevkedilir. Suçları 17 yaşındaki Jacopo Saltarelli ile cinsel ilişkiye girmektir. Mahkeme delil yetersizliğinden dolayı düşürülür. Bu kararda babasının saygınlığının da rolü olduğu sanılmaktadır.
-Leonardo’nun en çok şevkat gördüğü kişi, amcası Francesco’dur.
-Da Vinci’nin kendini nasıl gördüğünü, kendi çizdiği portresinden görebiliyoruz. Mucid tipli, uzun saçlı, sevecen bakışlı, gözlerinde gülücük kırışıklıklarıyla, aslında ton ton, alim bir amca.
-Da Vinci tipik sanatçı kıyafetleriyle tanınmaz. O daha çok saraylıların giydiği kıyafetlerle dikkat çekmiştir. İpek gömlekleri, kırmızı uzun pardösüleri ve daima taranmış saçlarıyla bilinir.

LEONARDO DA VİNCİNİN ARAŞTIRMA YAPTIĞI ALANLAR

Anatomi
Botanik
Zoologi
Jeologi
Optik
Askeri teknik ( silah ve işgal araçları icadı ve üretimi )
Mimarlık
Teknisyenlik
Mühendislik
Heykeltraşlık
Ressamlık
Müzisyenlik ( Lir ve ses sanatı )

LEONARDO DA VİNCİ İCATLARINDAN SEÇMELER




1.Kendi motoruyla hareket eden araba. 1472 yılına ait Da Vinci notlarından alınan bilgiler doğrultusunda, 1970’li yıllarda yapılan araba gerçekten kendi mekanizmasıyla ilerleyen üç tekerlekli bir araç.
2.Çıkrık: Örgü makinesi
3.Vida kesme makinesi: Vidanın spiral şeklindeki oyuklarını açan makine
4.Günümüzde dahi vazgeçilemeyen kurbağ kıskacı
5.Halatfreni: Bir halattan aşağıya kayarken ellerin kesilmesini engelleyen cisim
6.Matkap motoru: Su kuyularını oyabilmek için icat edilmiş büyük bir matkap motoru
7.Demir dövme makinesi
8.Spiral açma matkabı
9.Mangal’da et çevirme makinesi: Isının yükselmesiyle otamatik olarak, şişe takılmış hayvanı çeviren makine ( Bu noktada, Da Vinci’nin vejeteryan olduğunu hatırlayalım !)
10.Yatay kuyuları oymak için matkap motoru

LEONARDO DA VİNCİ'NİN UNUTULMAYAN SÖZLERİ

1.Öğretmenini geçemeyen öğrenci fukaradır!
2.Bir ırmakta ellediğimiz su, akıp gidenin sonuncusu, gelenin de ilkidir. Yaşadığımız anda böyledir!
3.Arabanı bir yıldıza bağla!
4.Aptallık rezaletten korur, arsızlıkta fakirlikten!
5. Kedi tabiyatın şaheseridir!
6. İnsanın kendini ifade etme becerisi çok yüksek olduğu halde , söyledikleri çoğu şey boş ve yanlış! Hayvanların komunikasyon kabiliyeti çok sınırlı olduğu halde, bizlere ulaştırdıkları bilgiler önemli ve faydalıdır! En küçük dürüstlük, en büyük yalandan iyidir!!!
7.Eşitsizlik bölgesel harekete sebep olmaktadır!
8. Bir gün gelecek, hayvanlar üzerinde uygulanan canilik, insanlar üzerinde uygulanan canilik gibi cezalandırılacak!
9. Hiçbir hayvan tarafından çekilmediği halde muazzam bir güçle hareket edecek arabalar olacak!
10.Hayatın hediyesiyle ve dünyanın güzelliği ile yetinemeyen gözü hırsla bürünmüşlerin cezası, hayatı kendilerine zehir edip dünyanın avantajlarını ve güzelliğini tadamamalarıdır!
11.Çok genç yaşta et yemeği bıraktım, çünkü biliyorum öyle bir zaman gelecek ki bugün insan katillerine baktığımız gözle yarın hayvan katillerine bakılacak!
12. “Güç” zorunluluk da doğar, özgürlük de ölür!
13. Kendisinden şüphe duymayan bir sanatçı, büyük eserler yaratamaz!
14. İşlemeyen demirin paslandığı, kullanılmayan suyun bozulduğu yada donduğu gibi, kendi haline bırakılan ruhumuz da çürüyecektir!
15. Muhtemelen insan, bütün hayvan aleminin kralıdır, zira vahşetimiz onlardan fazladır. Biz başka yaratıkların ölümüyle yaşıyoruz. Yani yürüyen mezarlıklar gibiyiz!
16. Yaşama değer vermeyenin, yaşama hakkı yoktur!
17. İstediğini yapamayan, yapabildiğini istemek zorundadır; çünkü yapamadığını istemek aptallıktır!
18. Bir tartışma esnasında otoriteye başvuran kimse aklını kullanmayandır. O daha ziyade hafızasını kullanmaktadır!
19. Nasıl iyi geçirdiğin bir gün beraberinde huzurlu bir uyku getiriyorsa, iyi geçirdiğin bir ömür de huzurlu bir ölümle noktalanacaktır!
20. Duygunun yoğun olduğu yerde üzüntü de yoğundur!



Öne Çıkan Yayın

Albert Einstein'nın Tuhaf Hayat Hikayesi

Albert Einstein, modern zamanların en ünlü bilim insanı... Uzay, mekân ve zaman kavramlarını değiştiren bir fizikçi. Dağınık saçları ve çora...